Karanlık odamı özlüyorum... Yalnızca bilgisayarımın ışığı vardı, lakin ben yalnızca yıldızların ve ayın tam tepemde patlamasını isterdim.
Kendimi bildim bileli yıldızlara aşığımdır. Kentin aydınlığı dediğimiz şey, göğün karanlık olmasına neden oluyor. Sanayileşmeye en çok küfür ettiğim anlardan birisidir gökte yıldızları görmekte zorlandığım haftaiçleri...
Evrenin genişlediği kuramını bilmeden önce evrenin genişlediğini kendi çapımda formüle ihtiyaç kalmayacak bir biçimde bulmuştum! O derece iddialıydım anlayacağınız. Birilerinin benden önce bulması ise sinirimi bozmuştu... Olsun o zaman ki öğrendiklerim sayesinde sizlere hala gökyüzünde Mars'ı gösterebilirim. Gökyüzünde kızıl bir fener gibi görünür. Kutup Yıldızı'ndan daha samimi gelir. Kutup Yıldızı her zaman oradadır. Can sıkıcı bir biçimde "herkes bana baksın" der, ama Mars... O arada saklanır, bunalır görünmekten... İçtendir kısacası.
Karanlık odama 20'lik rakımla kaçışlarımı hatırlarım(tek başıma asla 70liği bitiremeyenlerdenim). O zaman açardım, müziği. Koray Candemir- Aşk... Unutulmaz birisi için çaldığım unutulmaz bir şarkı...
Karanlık odalarda yaşadım hep. Kendimi saklamak için mi bilmem... Kendimi saklayacak kadar önemli mi gördüm kendimi onu da bilmiyorum... Düşününce en iyi bildiğim şey: bilememek.
Karanlık odalarımda kaç gece ölmek istedim. Kendi ellerimle kendimi bir üzüm gibi asmak, kendi ayaklarımla 13. kattan aşağıya bedenimi rüzgara savurmak... Bunlar intihar düşünceleri değil, bunlar onurlu ölüm biçimleri düşünceler. Hep istemişimdir havada rüzgarın bedenimi sarmalaması... Bu yazıları yazdığımdan anlarsın zaten dostum, hala yapmadım. Rüzgara ve göğe hala hasretim...
Benim gibi rüzgarların mekanı olan göğe aşık biri için acı son var: Cehennem... Dünyada pek iyi bir şeyler yapmadım, yapmak hep hayalim oldu. En iyi özelliğim affetmekti, unutmaktı. Çıldırmama neden hep düşünmem, durmaksızın düşünmemdi... Çıldırdım. Ne de olsa akıllı olup dünyanın çilesine çekmektense deli olup tüm dünyaya çile çektirmek daha makul geliyordu. Oradan da sıkıldım, aklı başında birisi olduğum yine söylenemez. Çünkü bilinçli olarak burada tanımadığım sizlere kendimden bahsediyorum.
Sayın okur sana iyi akşamlar dilerim. Ben gidip Cehennem'e kadar olan yolumu yazacağım... Akılda Kalanlar'dan bu akşamlık bu kadar...
Sizin yeriniz Cennet mi olur bilemem ama benimkinden daha iyi bir yer olur umarım.
İdareten varoluşlar dilerim...
Geçici Olarak Hoşgeldiniz
...biliyorum ki sende gideceksin biliyorum. Gidenlerin hep geri gelmesi için bir şeyler yapmak gerekiyor. Bende bir şeyler yapıyorum geri gel, diye... Yazıyorum. Gidecek olursan Akılda Kalacak olan tek şey kelimelerim, daha fazlasını isteme benden, her şeyim kelimelerim...
13 Ağustos 2011 Cumartesi
11 Ağustos 2011 Perşembe
Yenilik İyi Bir Şeydir
Hiç bir şeylerin sizi içten içe kemirdiğini, size değişmeniz gerektiğini, hayatta kalamayacak duruma düşüceğinizi söylediği oldu mu? Bana olmuştu... O kadar rezalet bir his daha tanımlamakta sıkıntı çekerim ve hatta bulamam.
Zamandır esasen bunun temel nedeni. Her şeye ilaç olacağını düşünmek... Ah ne büyük hata. Zamanın her şeye ilaç olacağını düşünen kişiler hep dışarıdan bir şeyler bekleyenler bence. Dünyanın en güzel yer olduğunu ve bir gün çektiklerinin son bulup dünyanın ona harika şeyler vereceğini umarak geçirir hayatını ve hata eder insan.
...sonra o kara gün gelir. Oda soğuklaşır, nefesinin havada buhar buhar çizilmesini seyrettiğin dakika...
Kalbinin artık birisi içini geçtim, kendisi için bile atacak halinin kalmadığını hissettiğin dakika...
Ellerinden bardağının kayıp düştüğü ve onu tutmak için bedeninin hiçbir kısmının harekete geçmediği o dakika...
O dakikalarda anlarsın ki hayatını bir şeyleri bekleyerek boşuna harcamışsın. Böyle olmayı istemediğini düşünürsün bedenini bıraktığının binaya çatısından bakarken. Dünyada bile sormadığın bir soruyu sorarsın belki:
...ben niye buradayım?
Dünyada neden olduğunu yadırgamadan yaşayan insanın yanlış zamanlı sorduğu bir soru. Zamansızdır her ölüm orası açık, fakat; bir gün öleceğini bilmek, bir gün öleceğini kabul etmek değil ki? Dünya, bunu kabullenebilmiş olsaydı kahramanlar olmazdı veya "kötü adamlar"... Önemsizdir aslında kötü adamlık ve kahramanlık. Yine de dünyayı bir gün bırakacağız diye laçkalaşmanın da anlamı yok hani?
Kendi kuşağımda bunu görüyorum, önümüzdeki 9-10 sene umarım böyle geçmez, yani onların bu haliyle. Hayatta fark edecekleri zorakilik iş, eş, aş olmaz umarım.
Değişmek zamanı gelmedi mi sizce de dostlarım? Ne bileyim? Bir gün öldüğümüzde bunun bir anlamı olduğunu düşünmek sizleri mutlu etmez miydi? Bir çokları gibi boşuna boş bir hayat yaşamış olmak? Çektiğiniz çilenin değeri bu mu?
Oturup bu yazıyı okumanın bir anlamı yok mu yani? Yalnızca "ben okuyorum" demekse amacın, güle güle... ama ben anlamak istiyorum diyorsan hoşgeldin. Amaç beni anlamak değil, dünyada olanları anlamak. Diğerleri neden var bunu görmek...Sende gidecek bile olsan, ben burada sana bir şeyler yazıyor olacağım sevgili dostum.
Ben kendim için bir yenilik yaptım, sayfanın tasarımını değiştirdim(küçük ama etkili ;) ). Bol bol yazı yazmaya başladım, rahatlamak ve birilerine bir mesaj verebilmek için... Bazen size ne kadar eşsiz olduğunuzu anlatmak için, bazense ne kadar sıradan olabileceğimizi anlatmak için.
Bu yazı Akılda Kalan bir şey değil, akılda kalmasını istemediğim bir yazı... Bu yazı Fuzuli Praxis'ten size kalan.
Var oluşunuz idareli olsun...
Zamandır esasen bunun temel nedeni. Her şeye ilaç olacağını düşünmek... Ah ne büyük hata. Zamanın her şeye ilaç olacağını düşünen kişiler hep dışarıdan bir şeyler bekleyenler bence. Dünyanın en güzel yer olduğunu ve bir gün çektiklerinin son bulup dünyanın ona harika şeyler vereceğini umarak geçirir hayatını ve hata eder insan.
...sonra o kara gün gelir. Oda soğuklaşır, nefesinin havada buhar buhar çizilmesini seyrettiğin dakika...
Kalbinin artık birisi içini geçtim, kendisi için bile atacak halinin kalmadığını hissettiğin dakika...
Ellerinden bardağının kayıp düştüğü ve onu tutmak için bedeninin hiçbir kısmının harekete geçmediği o dakika...
O dakikalarda anlarsın ki hayatını bir şeyleri bekleyerek boşuna harcamışsın. Böyle olmayı istemediğini düşünürsün bedenini bıraktığının binaya çatısından bakarken. Dünyada bile sormadığın bir soruyu sorarsın belki:
...ben niye buradayım?
Dünyada neden olduğunu yadırgamadan yaşayan insanın yanlış zamanlı sorduğu bir soru. Zamansızdır her ölüm orası açık, fakat; bir gün öleceğini bilmek, bir gün öleceğini kabul etmek değil ki? Dünya, bunu kabullenebilmiş olsaydı kahramanlar olmazdı veya "kötü adamlar"... Önemsizdir aslında kötü adamlık ve kahramanlık. Yine de dünyayı bir gün bırakacağız diye laçkalaşmanın da anlamı yok hani?
Kendi kuşağımda bunu görüyorum, önümüzdeki 9-10 sene umarım böyle geçmez, yani onların bu haliyle. Hayatta fark edecekleri zorakilik iş, eş, aş olmaz umarım.
Değişmek zamanı gelmedi mi sizce de dostlarım? Ne bileyim? Bir gün öldüğümüzde bunun bir anlamı olduğunu düşünmek sizleri mutlu etmez miydi? Bir çokları gibi boşuna boş bir hayat yaşamış olmak? Çektiğiniz çilenin değeri bu mu?
Oturup bu yazıyı okumanın bir anlamı yok mu yani? Yalnızca "ben okuyorum" demekse amacın, güle güle... ama ben anlamak istiyorum diyorsan hoşgeldin. Amaç beni anlamak değil, dünyada olanları anlamak. Diğerleri neden var bunu görmek...Sende gidecek bile olsan, ben burada sana bir şeyler yazıyor olacağım sevgili dostum.
Ben kendim için bir yenilik yaptım, sayfanın tasarımını değiştirdim(küçük ama etkili ;) ). Bol bol yazı yazmaya başladım, rahatlamak ve birilerine bir mesaj verebilmek için... Bazen size ne kadar eşsiz olduğunuzu anlatmak için, bazense ne kadar sıradan olabileceğimizi anlatmak için.
Bu yazı Akılda Kalan bir şey değil, akılda kalmasını istemediğim bir yazı... Bu yazı Fuzuli Praxis'ten size kalan.
Var oluşunuz idareli olsun...
İş Bulupta Yapılacak İş Bulamama
İş yerindeki küçük odamda sekreter sandalyesi dediğimiz, sekreterler dışında herkeste bulunan, koltuğumda oturmuşum. Sol yanımda bir su şişesi. Masamda bilgisayar ve kız arkadaşımın iletisinin gelmesiyle heyecanla yerinde kıpırdanacak olan cep telefonum duruyor. Karşımda bilgisayar... 1 tane 1,5 lt'lik 1 tane de 0,5 lt'lik su şişesi ve bir de kola için kullandığım kulpu kırık bardağım...
Bir sıkıntıdır ki sormayın... Her gencin en zorlu iş bulma dönemini okul dönemim içerisinde bir kaç günde hallettim, fakat; şu an yapacak iş bulamıyorum resmen. Hani işin %80'i falan tamam, %20'sini kendime iş içinde iş arayarak geçiriyorum... Bu saçma! Bu çok saçma abi... Priapos'lar peşimden koşuyor gibi hissediyorum...
Yani ne bileyim, çok kitap okuyan fakat az roman okuyan birisiyim ve uzun zamandan sonra ilk kez beni saran bir roman buldum fakat o gereksiz Protestan Çalışma Etiği'nden dolayı kendime iş çıkarmaya uğraşıyorum! Tembellik hakkımı kullanmak ve eve gidip yaymak güzel bir seçenek aslında benim için veya ne bileyim, çıkıp bir kafede çay içerken kitabımı okumak, yeni kitap bakmak...
Ha aklıma gelmişken Cehennem'i okuyun arkadaşlar. Kitabı okumadan önce Cehennem'in ateşlerle insanları sonsuz kadar yaktığını falan düşünüyorsunuz ama okuduktan sonra o kadar incelikli işkenceler olduğunu görüyorsunuz ki... "Cehennem bu olmalı" dedirtiyor...
Ben gidip biraz daha aranayım yapılabilecek bir iş var mı diye. Belki iş konularıma ilişkin bir kaç okunacak kaynak bulurum, onu iş edinirim.
Sonra görüşürüz hayatın her köşesini farklı yerlerden röntgenlediğim dostum.
İdareten var oluşlar...
(XOXOXO diyesim geldi nerden bilmem Gossip Girl aklıma geldi, affola :S )
Bir sıkıntıdır ki sormayın... Her gencin en zorlu iş bulma dönemini okul dönemim içerisinde bir kaç günde hallettim, fakat; şu an yapacak iş bulamıyorum resmen. Hani işin %80'i falan tamam, %20'sini kendime iş içinde iş arayarak geçiriyorum... Bu saçma! Bu çok saçma abi... Priapos'lar peşimden koşuyor gibi hissediyorum...
Yani ne bileyim, çok kitap okuyan fakat az roman okuyan birisiyim ve uzun zamandan sonra ilk kez beni saran bir roman buldum fakat o gereksiz Protestan Çalışma Etiği'nden dolayı kendime iş çıkarmaya uğraşıyorum! Tembellik hakkımı kullanmak ve eve gidip yaymak güzel bir seçenek aslında benim için veya ne bileyim, çıkıp bir kafede çay içerken kitabımı okumak, yeni kitap bakmak...
Ha aklıma gelmişken Cehennem'i okuyun arkadaşlar. Kitabı okumadan önce Cehennem'in ateşlerle insanları sonsuz kadar yaktığını falan düşünüyorsunuz ama okuduktan sonra o kadar incelikli işkenceler olduğunu görüyorsunuz ki... "Cehennem bu olmalı" dedirtiyor...
Ben gidip biraz daha aranayım yapılabilecek bir iş var mı diye. Belki iş konularıma ilişkin bir kaç okunacak kaynak bulurum, onu iş edinirim.
Sonra görüşürüz hayatın her köşesini farklı yerlerden röntgenlediğim dostum.
İdareten var oluşlar...
(XOXOXO diyesim geldi nerden bilmem Gossip Girl aklıma geldi, affola :S )
8 Ağustos 2011 Pazartesi
Ego Patlamaları
İnsan düşünen bir varlık değil mi? Düşünen her varlığın insan olduğu doğru bir önerme olsa da her insanın düşündüğünü söylemek sağlam bir "oturak" ister. Bende o "oturak" yok arkadaşım! Bugün yolda işe giderken bir kedi görmem bu ego patlaması karın ağrısını düşündürdü.
Yadırgadığım bir şeydir, duvara paralel bir vaziyette popo dışarı çıkmak suretiyle aynanın önündeki iki kızın yaklaşıp dudakları büzerek çektikleri fotoğraflar. Ayar olurum kısacası. Bu "ilgilenin benle" demektir, aynada yansıyanla beraber 4 kişi olunca, "çok kişilikliyim" ben demek de olabiliyor. Yani bir nevi şizofrenler bu arkadaşlar.
Ha, dipnot: evet bunları yazabilecek kadar egom var, sayın okur...
Bu insanların düşünmediğini söyleyemem, yani bir şeyler düşünüyorlar...ama... ne bileyim... yani... sen-ben gibi düşünmüyorlar onlar? Öyle değil mi? Yani benim öyle bir fotoğrafım yok? Aynaya vantuzlu çöpçü balığı gibi yapıştığımı da hatırlamıyorum. Senin de yok? O halde normaliz...
Konu buraya kadar insanlar üzerinden ilerledi ama varmak istediğim yer hayvanlarla ilgili. Bir kedi gördüm, bir ara o manzara aklımda kalırsa çizip blog'a atarım tam olarak neyi kastettiğimi anlarsınız. Kedi kaldırımdan uzanmış, ayna gibi yüzeyi olan bir Alpha-Romeo'nun kaputundaki kendi yansımasına pati atıyor, uzaklık açısından bunun adı teorik olarak "telepati"(yanlış mı biliyorum? hataylıysan ara o zaman)... Kedi o yüzeydeki yansımayla saatlerce uğraştı, diye tahmin ediyorum. Size birilerini anımsattı mı? Okuyan erkekler kartoroz sesleriyle "KADDIIINNLAAAR" diye bağırıyor olabilir ama ben "İNSAAANNLAAAR" diyerek sizi yanıltmak isterim... Hepimiz aynanın karşısında o kedi gibi debeleniyoruz, tek farkımız 4 ayağımız üzerinde değilde 4 teker üzerinde gitmemiz mi? Bizim işimize yaramasından çok dünyaya ve kendimize zarar vermemize neden olan "icat"larımız mı?
Düşünüyorum Einstein atom bombasını buluyor. Atom bombasını atan intihar ediyor, Einstein tarihin en büyük fizikçisi oluyor. Einstein'ın dil çıkaran resminden daha sevimli geliyor şapşal şapşal bana bakan o kedi...
İçimizde keşke birazcık hayvanlık kalmış olsaydı da dünyaya biraz daha saygı duyabilseydik, ama insan olmayı o kadar abartıyoruz ki evrenin tek sahibiymişiz gibi davranmayı bize hak diye veren metinleri seviyoruz.
Daha dünya dışına bile çıkamamışken...
İnsan olmaktan çoğu zaman utanıyorum, bir kedi gibi saf, bir leopar gibi pür, bir fil kadar büyük, bir balina kadar korkusuz, bir ornitoreng kadar garip, bir kunduz kadar mühendis, bir karga kadar kurnaz, bir kurt gibi takım, bir ayı kadar yalnız olmak... İnsan olmak böyle şeylerden geçiyor. İnsan olmak hayvanlığı tanımaktan geçiyor...
Şişmemeliyiz yani dostum. "Sen şişersen, herkes patlar!"
Akşam üzeri porsiyonu da böyleydi...
Bugünlük galiba benden bu kadar, aksi bir durum olursa sana haber veririm ;)
İdareten varoluşlar kardeşim, vaya con dios...
Yadırgadığım bir şeydir, duvara paralel bir vaziyette popo dışarı çıkmak suretiyle aynanın önündeki iki kızın yaklaşıp dudakları büzerek çektikleri fotoğraflar. Ayar olurum kısacası. Bu "ilgilenin benle" demektir, aynada yansıyanla beraber 4 kişi olunca, "çok kişilikliyim" ben demek de olabiliyor. Yani bir nevi şizofrenler bu arkadaşlar.
Ha, dipnot: evet bunları yazabilecek kadar egom var, sayın okur...
Bu insanların düşünmediğini söyleyemem, yani bir şeyler düşünüyorlar...ama... ne bileyim... yani... sen-ben gibi düşünmüyorlar onlar? Öyle değil mi? Yani benim öyle bir fotoğrafım yok? Aynaya vantuzlu çöpçü balığı gibi yapıştığımı da hatırlamıyorum. Senin de yok? O halde normaliz...
Konu buraya kadar insanlar üzerinden ilerledi ama varmak istediğim yer hayvanlarla ilgili. Bir kedi gördüm, bir ara o manzara aklımda kalırsa çizip blog'a atarım tam olarak neyi kastettiğimi anlarsınız. Kedi kaldırımdan uzanmış, ayna gibi yüzeyi olan bir Alpha-Romeo'nun kaputundaki kendi yansımasına pati atıyor, uzaklık açısından bunun adı teorik olarak "telepati"(yanlış mı biliyorum? hataylıysan ara o zaman)... Kedi o yüzeydeki yansımayla saatlerce uğraştı, diye tahmin ediyorum. Size birilerini anımsattı mı? Okuyan erkekler kartoroz sesleriyle "KADDIIINNLAAAR" diye bağırıyor olabilir ama ben "İNSAAANNLAAAR" diyerek sizi yanıltmak isterim... Hepimiz aynanın karşısında o kedi gibi debeleniyoruz, tek farkımız 4 ayağımız üzerinde değilde 4 teker üzerinde gitmemiz mi? Bizim işimize yaramasından çok dünyaya ve kendimize zarar vermemize neden olan "icat"larımız mı?
Düşünüyorum Einstein atom bombasını buluyor. Atom bombasını atan intihar ediyor, Einstein tarihin en büyük fizikçisi oluyor. Einstein'ın dil çıkaran resminden daha sevimli geliyor şapşal şapşal bana bakan o kedi...
İçimizde keşke birazcık hayvanlık kalmış olsaydı da dünyaya biraz daha saygı duyabilseydik, ama insan olmayı o kadar abartıyoruz ki evrenin tek sahibiymişiz gibi davranmayı bize hak diye veren metinleri seviyoruz.
Daha dünya dışına bile çıkamamışken...
İnsan olmaktan çoğu zaman utanıyorum, bir kedi gibi saf, bir leopar gibi pür, bir fil kadar büyük, bir balina kadar korkusuz, bir ornitoreng kadar garip, bir kunduz kadar mühendis, bir karga kadar kurnaz, bir kurt gibi takım, bir ayı kadar yalnız olmak... İnsan olmak böyle şeylerden geçiyor. İnsan olmak hayvanlığı tanımaktan geçiyor...
Şişmemeliyiz yani dostum. "Sen şişersen, herkes patlar!"
Akşam üzeri porsiyonu da böyleydi...
Bugünlük galiba benden bu kadar, aksi bir durum olursa sana haber veririm ;)
İdareten varoluşlar kardeşim, vaya con dios...
Etiketler:
Alpha-Romeo,
ego,
emo,
her bir şey,
kedi,
memo,
ne bileyim işte,
patlar,
simbo,
şişer
7 Ağustos 2011 Pazar
Yorgun Bir Günün Sonu
Yorgun bir günün sonuna geldiğim her vakit yatağımda biteceğini umarak eve geliyorum. Evet yatağımda bitiyor ama o günün yorgunluğu değil. O günün kendisini yatağımda katlediyorum. Galiba bu katliamın yorgunluğu üzerimde kalıyor.
Her akşam eve geldiğimde yatağıma yatıp uyuyabilmek istiyorum fakat ellerimde ve yatağımda o günün kanı... Yatak sıcak! Kan gibi sıcak hem de! Uyutmuyor kurumamış kan, uyutmuyor o günün attığı naralar!
Neden bu işte çalışıyorum? Neden sevmediğim bir işteyim? Bir günümü ve en nihayetinde bir ömrümü buna harcamak kendi başına bir yaşamın katli değil midir? Sanatla uğraşmak isterdim, yaşam tarzım buyken yaşama tarzım niye bu kadar farklı? Tüm insanlar böyle değil mi? Ben Şirinlerde ki gibi "tembellik hakkımı" kullanmak isteyen tembel şirin olalım demiyorum, fakat; en büyük çalışkanlığımın tembelce şiir yazmak, yayvanca gitar çalmak, gevrek bir sesle şarkı söylemek, çala kalem resim çizmek olmasını isterdim... İnsanlara hatırlanan ve bir şeyler yaşatan bir eser.
Bizler öyle yaşamlar yaşıyoruz ki, bir yaşamın bile kimseye bir şeyler hatırlatmaya ve yaşatmaya gücünün yetmediği bir yaşam! Ne kkaddar değerliii... Nne kkaddaar elzeem!
Sayın okur, kendimizi eleştirmeden kendimizi devirip bir kendimiz yaratamayız. Korkarsın belki bundan, "ya kendimsiz kalırsam, ya yerine yeni bir kendim koyamazsam" dersin. Korkma! Her zaman bir sen varsın, biz senle varız; sen bizle varsın. Korkma, çünkü bizler diğerleri gibi seni yalnız bırakmayız. Sen-ben bir biziz. Her ne işle uğraşırsak uğraşalım, biz bir yaşam sanatı icra ediyoruz. Umarım bir şeyler hatırlatabiliriz beraber.
Yorgunluklarımızı katledelim artık, bir sabah uyandığımızda güneş bir keresinde dağlarda, çok uzaklarda olmasın! Uzanıp güneşi tutalım ellerimizle, günü koynumuza alalım sadık bir sevgiliymişçesine... Bir gün, bir gün bunu yapalım be okur.
Senin için bu gece Fuzuli'de Kalanlar'dan, Akılda Kalanlar bunlar işte.
Kendine iyi bak sayın okur, sana da idareten varoluşlar dilerim...
Her akşam eve geldiğimde yatağıma yatıp uyuyabilmek istiyorum fakat ellerimde ve yatağımda o günün kanı... Yatak sıcak! Kan gibi sıcak hem de! Uyutmuyor kurumamış kan, uyutmuyor o günün attığı naralar!
Neden bu işte çalışıyorum? Neden sevmediğim bir işteyim? Bir günümü ve en nihayetinde bir ömrümü buna harcamak kendi başına bir yaşamın katli değil midir? Sanatla uğraşmak isterdim, yaşam tarzım buyken yaşama tarzım niye bu kadar farklı? Tüm insanlar böyle değil mi? Ben Şirinlerde ki gibi "tembellik hakkımı" kullanmak isteyen tembel şirin olalım demiyorum, fakat; en büyük çalışkanlığımın tembelce şiir yazmak, yayvanca gitar çalmak, gevrek bir sesle şarkı söylemek, çala kalem resim çizmek olmasını isterdim... İnsanlara hatırlanan ve bir şeyler yaşatan bir eser.
Bizler öyle yaşamlar yaşıyoruz ki, bir yaşamın bile kimseye bir şeyler hatırlatmaya ve yaşatmaya gücünün yetmediği bir yaşam! Ne kkaddar değerliii... Nne kkaddaar elzeem!
Sayın okur, kendimizi eleştirmeden kendimizi devirip bir kendimiz yaratamayız. Korkarsın belki bundan, "ya kendimsiz kalırsam, ya yerine yeni bir kendim koyamazsam" dersin. Korkma! Her zaman bir sen varsın, biz senle varız; sen bizle varsın. Korkma, çünkü bizler diğerleri gibi seni yalnız bırakmayız. Sen-ben bir biziz. Her ne işle uğraşırsak uğraşalım, biz bir yaşam sanatı icra ediyoruz. Umarım bir şeyler hatırlatabiliriz beraber.
Yorgunluklarımızı katledelim artık, bir sabah uyandığımızda güneş bir keresinde dağlarda, çok uzaklarda olmasın! Uzanıp güneşi tutalım ellerimizle, günü koynumuza alalım sadık bir sevgiliymişçesine... Bir gün, bir gün bunu yapalım be okur.
Senin için bu gece Fuzuli'de Kalanlar'dan, Akılda Kalanlar bunlar işte.
Kendine iyi bak sayın okur, sana da idareten varoluşlar dilerim...
Etiketler:
Akılda Kalanlar,
bitkinlik,
güneş,
idareten varoluşlar,
kan,
sanat,
uyku,
yorgunluk
5 Ağustos 2011 Cuma
Aslında Zararlı Bir Şeydir Yaşamak
Aslında zararlı bir şeydir yaşamak, çoğu zaman yaşamayı bilmediğimizdendir.
Elindekilerle yetinmeyi bilmemiştir insan. Bu nedenle Her Şeyin Başladığı Yerden kovuldular. İlk hatamız, Tanrıyla tek ortaklığımızdı. Mahkemelerin verdiğine benzer bir kararla yaşıyoruz: tecavüze uğrayan kıza sorarlar: ...Kızım, evlenip namusunu temizlemek ister misin? diye. Kimse bize sormadı fakat öyle ya da böyle her gece şeytanın yatağında yatıyoruz, her sabah şeytanın yatağında uyanıyoruz.
Sakıncalıdır yaşamak ama iyi, ben yazabildiğime sizde okuyabildiğinize göre hiçbirimiz henüz bizi öldürebilecek bir şeyle karşılaşmamışız hayatımızda. Yoksa ölmüş olurduk, değil mi?
Kelebeği hepimiz az çok beğeniriz, bir böcek olduğunu unuttuğumuz zaman özellikle de. Kişisel başarı hikayeleri hep şöyle sonlanmıştır:
...yeniden kozasından çıkmayı başarmış bir kelebek gibiydi. Okuduğumdan değil, olsa olsa böyle yazıyor olmalılar?
Metaforlarımıza, güzel rakı gibi ince parlayan güneşli bahar günlerimize konuk olan kelebeğin neden bir gün yaşadığını hiçbirimiz bilmeyiz. O kelebekler uçarlarken yaktıkları enerjiyi üretemezler, metabolizmaları yıkılır ve ruhu bedeninden kanat çırpar gider. Kelebekler ölmez, onlar yalnızca yaşayamazlar. Bazı kelebeklerin ağzı bile yoktur(bu konuda ciddiyim, inanmadıysan araştır sayın okuyucu)... Yani aç kalan bir insanın ölmesi gibi ölürler. Biz onlar için şöyle deriz:
... kelebekler bir gün yaşamak için doğuyorlar abi! biz de hayatımızı yaşamalıyız.
Bunu söyleyen şahs-ı na-elzem! Sen ölmelisin! Sana yaşamak yaramıyor, yakışmamış da üzerine...
Her nasılsa; kelebekler acınarak bakılması gereken varlıklar. Ben ve sen sayın okuyucu, ikimiz, az önce kelebeklerin yaşamlarının çok da güzel olmadığını öğrendik. Nasıl hissediyorsun? "Kelebekler kadar hafif" değildir umarım?
Güzel zamanlar umarım seni bekliyordur, beni bekleyen bir zaman yok, benden hep kaçan bir zaman var. Tahmin edersin... Bu hoş bir şey değil.
Yaşamak, aaah, yaşamakk... Bu yaşama adamı öldürüyor. Her insan yaşadığı için ölür, ölüler zaten ölüdür. Yaşayan herkese Azrail ulaşır, tatil satıyordur sanki "Seni Cennet'e götüreceğim, tüm iyi arkadaşların orada olacaklar, Bal Gölü mevkii'nde, Süt Pınarı'nın yanında olacaksın. İster Hurilerle, ister Nurilerle takılabilirsin. Ne dersin gelmek ister misin?" ama yalnız bir ölüye Azrail bile gelmez.
Yaşayıp Azrail'le tanışmak mı? Yaşamayıp Azrail'i unutmak mı?
Sevgili okur... Konunun özünde yaşamayın ölün gibi bir mesaj yok. Yanlış anlayıp saçma işlere girişme kısaca. Aklımda Kalanlar'ı paylaştım, içimden geçenleri. Bir yere vardırmak derdim yoktu. Bir yere de vardırmadım da zaten.
Son söz olarak: Zararın neresinden dönülürse kârdır.
Sana idareten varoluşlar okurum. Okumaya devam...
Elindekilerle yetinmeyi bilmemiştir insan. Bu nedenle Her Şeyin Başladığı Yerden kovuldular. İlk hatamız, Tanrıyla tek ortaklığımızdı. Mahkemelerin verdiğine benzer bir kararla yaşıyoruz: tecavüze uğrayan kıza sorarlar: ...Kızım, evlenip namusunu temizlemek ister misin? diye. Kimse bize sormadı fakat öyle ya da böyle her gece şeytanın yatağında yatıyoruz, her sabah şeytanın yatağında uyanıyoruz.
Sakıncalıdır yaşamak ama iyi, ben yazabildiğime sizde okuyabildiğinize göre hiçbirimiz henüz bizi öldürebilecek bir şeyle karşılaşmamışız hayatımızda. Yoksa ölmüş olurduk, değil mi?
Kelebeği hepimiz az çok beğeniriz, bir böcek olduğunu unuttuğumuz zaman özellikle de. Kişisel başarı hikayeleri hep şöyle sonlanmıştır:
...yeniden kozasından çıkmayı başarmış bir kelebek gibiydi. Okuduğumdan değil, olsa olsa böyle yazıyor olmalılar?
Metaforlarımıza, güzel rakı gibi ince parlayan güneşli bahar günlerimize konuk olan kelebeğin neden bir gün yaşadığını hiçbirimiz bilmeyiz. O kelebekler uçarlarken yaktıkları enerjiyi üretemezler, metabolizmaları yıkılır ve ruhu bedeninden kanat çırpar gider. Kelebekler ölmez, onlar yalnızca yaşayamazlar. Bazı kelebeklerin ağzı bile yoktur(bu konuda ciddiyim, inanmadıysan araştır sayın okuyucu)... Yani aç kalan bir insanın ölmesi gibi ölürler. Biz onlar için şöyle deriz:
... kelebekler bir gün yaşamak için doğuyorlar abi! biz de hayatımızı yaşamalıyız.
Bunu söyleyen şahs-ı na-elzem! Sen ölmelisin! Sana yaşamak yaramıyor, yakışmamış da üzerine...
Her nasılsa; kelebekler acınarak bakılması gereken varlıklar. Ben ve sen sayın okuyucu, ikimiz, az önce kelebeklerin yaşamlarının çok da güzel olmadığını öğrendik. Nasıl hissediyorsun? "Kelebekler kadar hafif" değildir umarım?
Güzel zamanlar umarım seni bekliyordur, beni bekleyen bir zaman yok, benden hep kaçan bir zaman var. Tahmin edersin... Bu hoş bir şey değil.
Yaşamak, aaah, yaşamakk... Bu yaşama adamı öldürüyor. Her insan yaşadığı için ölür, ölüler zaten ölüdür. Yaşayan herkese Azrail ulaşır, tatil satıyordur sanki "Seni Cennet'e götüreceğim, tüm iyi arkadaşların orada olacaklar, Bal Gölü mevkii'nde, Süt Pınarı'nın yanında olacaksın. İster Hurilerle, ister Nurilerle takılabilirsin. Ne dersin gelmek ister misin?" ama yalnız bir ölüye Azrail bile gelmez.
Yaşayıp Azrail'le tanışmak mı? Yaşamayıp Azrail'i unutmak mı?
Sevgili okur... Konunun özünde yaşamayın ölün gibi bir mesaj yok. Yanlış anlayıp saçma işlere girişme kısaca. Aklımda Kalanlar'ı paylaştım, içimden geçenleri. Bir yere vardırmak derdim yoktu. Bir yere de vardırmadım da zaten.
Son söz olarak: Zararın neresinden dönülürse kârdır.
Sana idareten varoluşlar okurum. Okumaya devam...
Şeker Gibi Çocuk
Sokakta yürümeler insana bir çok şey katıyor. Kentli arabaların tekerlerinin tanıdığı sokaklarda dolaşırken çıkardıkları kirli gazlarla "temizlenmiş" bir çekim nefes gibi... Aynı olduklarını atlayıp farklı, farklı oldukları yanlış önermesiyle dolaşan insanlar görmek gibi... veya ne bileyim kentin ve yaşamın tüm karmaşıklığında bulanmış kafamızı bu kargaşanın arasında toparlamak gibi... Bilmem işte. Yararları çok fazla bu dolaşmaların.
Bende böyle bir gezmedeydim o sıralar. İşten çıkmış kendime içecek bir şeyler almaya gidiyordum. Gaz(tütün ürünü) ve gazlı-sıvılı içeceklerimi(siyah beyaz köpüklü, acı ama çok tatlı olan içecek) aldım. Döndüm tekrardan iş yerime gideceğim. Kafamda tasarladıklarım: ofisimde oturup müziğin sesini açmak, gazlı-sıvılı içeceğimi mideme yollayıp okumam gereken dosyaları okumak gibi hoş fanteziler işte.
3-5 yaşlarında olacak, bir kız gördüm. Tatlı mı tatlı bir kız. Sevimliliği boncuk boncuk mavi gözlerinden gelmiyordu veya kumsal rengi saçlarından gelmiyordu. Sevimliliği tombikliğinden geliyordu. Evet, bu kız tombikti belki o yaşlarda rahat bir 20-30 kilo ile uçak bileti için ücret ödenmesi gereken bir çocuk profili çiziyordu. Karşısında da ondan biraz daha büyükçe bir kız oturuyor ve diyor ki
... ama çoo...ok şeker, diyor çocukluğun verdiği sözcüklere karşı acımasız yayvan tavırla. O kızın da yanında oturan bir kadın yanıt veriyor:
...babası da şeker gibiydi, diyor.
O an tek aklımdan geçirebildiğim:
...şeker kız böyleyse babası Michelin'in reklam karakterine benziyordur herhalde. Kat, kat; löp, löp... İyi bari babası şeker niyetine kızını yememiş, diyebildim. Tabi içimden. Dışarısı böyle şeylerin söylenebilmesi için çok tehlikeli. Şeker kızın annesinin potansiyel bir gürlemesiyle, benim için, Alsancak birden Masahimara ormanlarına dönebilirdi sonuçta? Göze alamadım haliyle bu riski. Yürüdüm...
Geri dönmem gerekti. Nedeni Akılda Kalanlar arasında değil açıkçası. O tatlı kızı tekrardan gördüm. Sandalyesinden inmek istiyordu. Debeleniyor, terliyor, göz yaşlarına boğuluyor, ağzında ki tek dişiyle ağzından tek bir sözcük çıkıyor o da "anne"...
Bildiğiniz gerçekleri görmenin acı yaşattığını en temiz anlayacağınız yer herhalde o andır. Hayattan küçük bir örnek.
Tek Akılda Kalan, insanın kendi özgürlüğünü kendi kısıtlarıyla bitiriyor. O bir çocuktu belki ailesinin doyurmak bilmez besleyişi, belki hormonel bir düzensizlikti o an ki durumu, fakat; o anı o çocuk tek bir sefer yaşamayacak. Devamı gelmemesini dilerim.
Ne olursa olsun o çocuğa dikkat etmeli. Tedavisi yapılmalı, "geçer" dememeli, geçen yalnızca zaman olduktan sonra geçmeyenlerle geçer bir hayat.
Şeker kıza sormadılar:
...Şeker kız? Bu dünyada savaşlar oluyor, insanlar ölüyor, tecavüzler gerçekleşiyor, insanlar birbirine güvenmiyor, bir çok hastalığa yakalanıyorsun. Bu dünyada olmak ister misin?
Haliyle o kıza, o çocuğa, tüm dünya çocukluğuna dikkat etmesini bileceksin ebeveyn! Bilmezsende hay senin ebeyin! O zaman dünyaya çocuk getirmeyeceksin sende dünyada bir adım atacak kadar bile yaşamayacaksın!
Neyse sinirlendim ama Akılda Kalanlar işte bunlar. Bir insanın özgürlüğünün nedeni ne olursa olsun kısıtlanmasının bir etkeni olarak ailenin çocuğa çöp öğütücü gibi bakmasını, biraz da sağlık sorunlarına gösterilmeyen ciddiyeti çekiştirdik.
Başka Akılda Kalanlar'la görüşmek üzere sayın okur. Umarım hep iyi olursunuz.
Ben mi?
İdareten var olmaya devam işte sayın okur ;)
Bir daha görüşünceye kadar fuzuli günler...
Bende böyle bir gezmedeydim o sıralar. İşten çıkmış kendime içecek bir şeyler almaya gidiyordum. Gaz(tütün ürünü) ve gazlı-sıvılı içeceklerimi(siyah beyaz köpüklü, acı ama çok tatlı olan içecek) aldım. Döndüm tekrardan iş yerime gideceğim. Kafamda tasarladıklarım: ofisimde oturup müziğin sesini açmak, gazlı-sıvılı içeceğimi mideme yollayıp okumam gereken dosyaları okumak gibi hoş fanteziler işte.
3-5 yaşlarında olacak, bir kız gördüm. Tatlı mı tatlı bir kız. Sevimliliği boncuk boncuk mavi gözlerinden gelmiyordu veya kumsal rengi saçlarından gelmiyordu. Sevimliliği tombikliğinden geliyordu. Evet, bu kız tombikti belki o yaşlarda rahat bir 20-30 kilo ile uçak bileti için ücret ödenmesi gereken bir çocuk profili çiziyordu. Karşısında da ondan biraz daha büyükçe bir kız oturuyor ve diyor ki
... ama çoo...ok şeker, diyor çocukluğun verdiği sözcüklere karşı acımasız yayvan tavırla. O kızın da yanında oturan bir kadın yanıt veriyor:
...babası da şeker gibiydi, diyor.
O an tek aklımdan geçirebildiğim:
...şeker kız böyleyse babası Michelin'in reklam karakterine benziyordur herhalde. Kat, kat; löp, löp... İyi bari babası şeker niyetine kızını yememiş, diyebildim. Tabi içimden. Dışarısı böyle şeylerin söylenebilmesi için çok tehlikeli. Şeker kızın annesinin potansiyel bir gürlemesiyle, benim için, Alsancak birden Masahimara ormanlarına dönebilirdi sonuçta? Göze alamadım haliyle bu riski. Yürüdüm...
Geri dönmem gerekti. Nedeni Akılda Kalanlar arasında değil açıkçası. O tatlı kızı tekrardan gördüm. Sandalyesinden inmek istiyordu. Debeleniyor, terliyor, göz yaşlarına boğuluyor, ağzında ki tek dişiyle ağzından tek bir sözcük çıkıyor o da "anne"...
Bildiğiniz gerçekleri görmenin acı yaşattığını en temiz anlayacağınız yer herhalde o andır. Hayattan küçük bir örnek.
Tek Akılda Kalan, insanın kendi özgürlüğünü kendi kısıtlarıyla bitiriyor. O bir çocuktu belki ailesinin doyurmak bilmez besleyişi, belki hormonel bir düzensizlikti o an ki durumu, fakat; o anı o çocuk tek bir sefer yaşamayacak. Devamı gelmemesini dilerim.
Ne olursa olsun o çocuğa dikkat etmeli. Tedavisi yapılmalı, "geçer" dememeli, geçen yalnızca zaman olduktan sonra geçmeyenlerle geçer bir hayat.
Şeker kıza sormadılar:
...Şeker kız? Bu dünyada savaşlar oluyor, insanlar ölüyor, tecavüzler gerçekleşiyor, insanlar birbirine güvenmiyor, bir çok hastalığa yakalanıyorsun. Bu dünyada olmak ister misin?
Haliyle o kıza, o çocuğa, tüm dünya çocukluğuna dikkat etmesini bileceksin ebeveyn! Bilmezsende hay senin ebeyin! O zaman dünyaya çocuk getirmeyeceksin sende dünyada bir adım atacak kadar bile yaşamayacaksın!
Neyse sinirlendim ama Akılda Kalanlar işte bunlar. Bir insanın özgürlüğünün nedeni ne olursa olsun kısıtlanmasının bir etkeni olarak ailenin çocuğa çöp öğütücü gibi bakmasını, biraz da sağlık sorunlarına gösterilmeyen ciddiyeti çekiştirdik.
Başka Akılda Kalanlar'la görüşmek üzere sayın okur. Umarım hep iyi olursunuz.
Ben mi?
İdareten var olmaya devam işte sayın okur ;)
Bir daha görüşünceye kadar fuzuli günler...
Etiketler:
akıl,
boncuk göz,
dolaşmak,
ebeveynlik,
kalanlar,
obezite,
şeker çocuk
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)